Taşradan gelenler entelektüel baskı hissederdi
Zeytinburnu Kültür Sanat Merkezinde gerçekleştirilen 8 Meclis: Düşünce programına bu ay edebiyatçı-yazar Beşir Ayvazoğlu konuk oldu. Ayvazoğlu, 1960'larda taşradan İstanbul'a gelen milliyetçi muhafazakarların yaşadığı entelektüel baskıyı anlattı.
Zeytinburnu Kültür Sanat Merkezinde aylık olarak düzenlenen felsefe ve düşünce eksenli söyleşi serisi 8 Meclis'te Gökdemir İhsan'ın sorularını cevaplayan Beşir Ayvazoğlu 1950'lerden itibaren milliyetçi muhafazakar gençliğin düşünce dünyasını şekillendiren edebiyat mahfillerini anlattı. "Gençliğimin geçtiği zamanlarda kaçınılmaz olarak daha geldiğiniz yerde başlayan bir süreçle ideolojik grupların çemberine giriyordunuz. Büyükşehire geldiğiniz zaman da zaten sizi kuşatıveriyorlardı. Öyle zamanlardıki zaten kendinizi bir yere ait hissetmezseniz boşlukta gibi bir duygu yaşıyor yalnızlık çekmeye başlıyordunuz. İdeolojik gruplar dışında dini cemaatler de vardı. Sizin eğilimleriniz, meşrebiniz hangisiyse bunların birinin içine giriyordunuz." diyen Ayvazoğlu, merkez partilere gençlerin fazla ilgi göstermediğine dikkat çekti: "Hiçbir gencin o yıllarda Adalet Partili olduğunu düşünemezdiniz. Ya Marksist bir partiye eğilim gösterirlerdi ya Milliyetçi Hareket Partisi'ne. Ardından Milli Selamet Partisi. Bu üç cazibe merkezi gençleri kendilerine çekerlerdi. Eğer okumuyor, düşünmüyorsanız zaten o cemaatlerin, ideolojik grupların içinde ya militan olarak yetişiyordunuz ya da onların oy potansiyeline katkıda bulunan birisi olarak varlığınızı devam ettiriyordunuz." "Meraklıysanız araştırıp soruyorsanız, okuyorsanız zaman içinde kendi şahsiyetiniz geliştikçe dünyanın İstanbul'a gelir gelmez içine girdiğiniz çevreden ibaret olmadığının farkına varıyorsanız bir takım arayışlara girmek mümkündü." diyen Beşir Ayvazoğlu, bu anlamda gençliği besleyen en güçlü entelektüel zeminin İstanbul Üniversitesi'nin etrafında Beyazıt'ta şekillendiğine dikkat çekti. Ayvazoğlu, sözlerine şöyle devam etti: "Entelektüel faaliyetin içinde yer alan ilim ve fikir adamları, şairler, karizmatik liderlik vasfı gösteren isimler vardı. Onların devam ettiği dernekler, vakıflar veya kahvehaneler vardı. 1930'larda fikir ve sanat hayatı İstanbul Üniversitesi etrafında şekillenmişti. Üniversitenin etrafındaki kahvehaneler adeta ikinci üniversite gibi her türlü meselenin konuşulduğu, tartışıldığı platformlar olarak varlıklarını sürdürüyordu. O yıllarda iki önemli cazibe merkezi vardı. Biri Beyazıt, İstanbul Üniversitesi civarı, bir de İstiklal Caddesi, Beyoğlu. Orada daha batılı anlayışta kafeler, pastaneler vardı. Beyazıt civarındakiler daha alaturka. Meşhur Küllük ve bir bakıma devamı sayılabilecek Marmara Kıraathanesi gibi. Benim neslim Marmara Kıraathanesine yetişti." ENTELEKTÜEL MANADA SİLAHLANMA İÇİN OKURDUK 1960'ta İhtilalin hemen ardından Turgut Cansever'in yayalaşma projesi uygulanınca Bayazıt civarında kendiliğinden ortaya çıkmış Beyazıt Medresesinin etrafındaki kahvelerin ortadan kalktığını ancak buralarda mekan tutmuş entelektüellerin civardaki kahvelere dağıldıklarını anlatan Beşir Ayvazoğlu, "Bunlardan bir tanesi Marmara Kıraathanesiydi. Oralara Sezai Karakoç, Erol Güngör, Mehmet Ziya Nur Aksun gibi çok önemli isimler gelirlerdi. Bunlar hem düşünen hem de eleştirel bakan ve yazarak ifade edemeyecekleri fikirleri ve bilgileri kendilerinden sonraki kuşaklara aktaran insanlardı. Rahmetli Tarık Buğra, ben Küllük Üniversitesi mezunuyum, diyor. Akşehir'de liseyi dereceyle bitirmiş gelmiş Tıp Fakültesi'ne girmiş. Küllük'e bir dadanıyor üstat, derslerde başarısız olunca tıp fakültesinden atılıyor. Ardından Hukuk Fakültesi'ne giriyor. Orayı da devam ettirmiyor. Ardından edebiyat fakültesinde Tanpınar'ın talebesi oluyor. Fakülteden mezun olmuyor ama Küllük Üniversitesinden romancı, deneme yazarı, tiyatro yazarı ve gazeteci olarak çıkıveriyor. Bu muhitler hafife alınacak yerler değil." şeklinde konuşuyor. 1970'lerin başından itibaren Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı,Türk Ocağı ve Türk Edebiyatı Vakfı'nın yeni mecralar olmaya başladığının altını çizen Ayvazoğlu, "Cemil Meriç'inden Ekrem Hakkı Ayverdi'sine, Tarık Buğra'sından Ali Fuat Başgil'ine kadar Türk fikir hayatında eser vermiş kimler varsa hemen hepsini o yıllarda ya Aydınlar Ocağı'nda dinleyebilirdiniz ya Kubbealtı Akademisi'nde veya Türk Edebiyatı Vakfı'nda dinleyebilirdiniz. " dedi. Dönemin siyasi iklimini "Soğuk savaş şartlarının getirdiği bir kutuplaşma vardı." sözleriyle tarif eden Beşir Ayvazoğlu, "Muhafazakar camia şimdiki gibi bölünmüş değildi. Milletçi muhafazakar denilirdi. Bugün birbirinden farklı gibi görünen bütün düşünceler bir çeşit antikomünist ittifak şeklinde birbirinin içindeydi. Çünkü o yıllarda en büyük tehlike komünizm idi. Türk düşüncesini ifade eden bir düşünce adamı hiç antikomünizmden bahsetmese bile mutlaka antikomünistti. Zaten Amerikalılar da bunu kullanmışlar. Komünizmle Mücadele dernekleri yoluyla. O yıllarda Kemal Tahir'i keşfetmiştik, harıl harıl Devlet Ana'yı okurduk. Taşrada okunacak kitap bulmak bile zordu. Bir meselemiz vardı ve entelektüel manada silahlanma gibi görürdük okumayı." şeklinde konuştu. HERKES BİR KAVGAYA ODAKLANMIŞTI "Okuyan, okuduğunu tartışan, müşterek hareket edebileceğiniz arkadaş bulmak çok zordu. Herkes bir kavgaya odaklanmıştı. Bu kavgayı teşvik edenler de sizi uzaktan yönetenler de buna yönlendirirlerdi. Ciddi manada okumaya değil." diyen Ayvazoğlu, okuma süreçlerinin bile siyasi ortamdan nasıl etkilendiğini şu cümlelerle özetledi: "Peyami Safa'nın Kızıl Çocuğa Mektuplar'ını okuduk. Kızıl Çocuğa Mektuplar Peyami Safa'nın Nazım Hikmet'le girdiği polemik sırasında Nazım Hikmet'i eleştirdiği yazılardan oluşan yazıları. Bize bunları okuturlardı. Türk inkılabına bakışı, Matmazel Noralya'nın Koltuğunu, Fatih Harbiye'yi okutmazlardı. Peyami Safa'nın Türk romanına önemli açılımlar getirmiş, yepyeni metodlar getirmiş bir romancı ve düşünce adamı olduğunun farkında değildik. O sadece komünistlerle, Nazım Hikmet'le kavga eden bir adamdı. Bu iki adamın şairliği, düşünürlüğü, sanatçı tarafları değil kavgacı tarafları ön plana çıkarılırdı. Niye kavga edecek adamlara ihtiyaçları vardı." Muhafazakar dünyanın ciddi manada bir entelektüel baskı hissettiğinin altını çizen Beşir Ayvazoğlu, şöyle konuştu: "Cumhuriyet sünni, ulusalcı, batıcı bir zihniyet temeli üzerine kuruludur. Ama toplumun anladığı manada bir muhafazakarlığa şiddetle muhalif bir yaklaşım vardır. Devletin kurgulanış biçimi ile toplumun talepleri hiçbir zaman örtüşmemiştir. Bu ciddi bir çatışma yaratıyordu. Sol bir müddet sonra özdeşleşti devletle ve Kemalizmle.Neredeyse öztürkçe onların özel dili haline geldi. Muhafazakarlar ciddi bir baskı altında varlıklarını muhafaza etmeye çalışıyordu. Öncülerini kaybettikleri, geçmişten gelen, kültürün taşıyıcıları olan figürler yavaş yavaş ortadan çekildiği için taşrada yavaş yavaş şekillenmeye başlayan okumuşlar söz sahibi olmaya başladılar. Ama onlar da taşrada sıradan mekteplerden mezun olmuş, yabancı dil öğrenemeyen, büyük şehire geldiği zaman eli ayağı karışan, ne yapacağını bilmeyen insanlar görünümündeydiler. Dolayısıyla bu bir çeşit komplekse dönüşüyordu. Türkiye'de özellikle batıcı ve sosyalist kültürü temsil edenler karşısında kendilerini epey geri görürlerdi." Dünyadakinin tam aksine Türk sosyalist hareketindeki isimlerin aristokrat ailelerden geldiğini hatırlatan Beşir Ayvazoğlu, "O dönem önde gelen aydınlar burjuva, Osmanlı aristokratlarının çocuklarıdır. Aristokrat ailelerden geldikleri için çok iyi eğitim almışlar. Avrupa görmüşler, dil öğrenmişler. Tercüme hareketinin içindeler, basın ellerinde. Ciddi manada bir entelektüel baskı hissederdik doğrusunu söylemek gerekirse hepimiz." dedi.